Nilüfer BEKCİ

Nilüfer BEKCİ

29 Şubat 2024 Perşembe

BÖYLE YAŞAMAK KADER Mİ?

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Van Gölü Ekspresi’ndeyiz. Trenimiz dağ köylerinin mezraların içinden geçiyor. Çocuklar trenin yanından koşturup el sallıyorlar. Pencereleri açıp şeker, çikolata, bisküvi, yanlarında ne varsa atıyor yolcular. İster istemez düşünüyorum, on, on beş haneli köylerde yaşayan bu çocukların tek eğlencesi belirli günlerde geçen bu trenler. Eğer şehirlere gidip okuyamaz, meslek sahibi olup köylerinden çıkamazlarsa tıpkı büyükleri gibi o mezralarda, dağların arasında ömür tüketecekler.

Belki tertemiz havası, dağlarda yetişen doğal otları, pınarlardan akan şifalı suları ile yaşadıkları yerde olmaktan mutludurlar ama kendilerini geliştirme bakımından hiçbir kazanımları yok, orada kaldıkları sürece. Belki yol gösterilse, ellerinden tutulsa, bu çocukların ufkunu geliştirecek bir şeyler yapılsa bir adım atarlar diye düşünürken yanımda birkaç kitap getirmediğime pişman oluyorum. Herkes çikolata verirken ben kitap uzatırdım onlara; eğer bilseydim böyle bir şeyle karşılaşacağımı.

Ani Harabeleri’ni gezerken aynı düşünceler tekrar üşüşüyor kafama.  Orada da çocuklar var. Hemen yakınındaki küçük köyün kızları, oğlanları bunlar.  Ellerine birer patik, çanta süsü vs. almışlar, satmaya çalışıyorlar. Kimisi defter kalem alacağını söylüyor, kimi kitap okumak istediğini. Ah keşke yanımda olsaydı birkaç tane. Bir kız çocuğundan patik alıyorum. “Sakız var mı abla?” diyor.  Çantamdan hiç açılmamış kutuyu çıkarıp veriyorum: gözleri parlıyor.

Dönüş yolunda düşünüyorum, ne yapılabilir diye. Biz burada elimizdeki okunmuş kitapları verecek yer bulamazken onlar okumaya hasret, bir kitap yüzü görmeden ömür tüketiyorlar. Birden aklıma geliyor. Benim çok sevdiğim bir yazar ağabeyim bir kitap ağı kurmuştu. Katılmak isteyenler fazla kitaplarını ona gönderiyorlar, o da okumak isteyen birine iletiyor, o okuyup bitirince geri yolluyor, geri gelen kitaplar da başka birine gönderiliyor. Diğer kişiye de yeni kitaplar gönderiliyor.

Ben bunu duyduğumda hemen iki koli kitap göndermiştim. Hatta sonradan, göndermeye kıyamadığım kitaplarımla da vedalaşıp yollamaya karar verdim zira onların rafta durmasının bana bir faydası yok ama gönderdiğim takdirde bunları okuyacak birçok kişiye faydası büyük olacak.

Ben de o gezide düşündüm ki, sizinle paylaşırsam belki birkaç kişi ilgilenir ve kitap ağımız genişler, daha çok kişiye ulaşırız. O mezralara kadar ulaşır kitaplarımız. Hatta yeni çocuk kitapları da yollarız. Birkaç tane de sakız, çikolata, bisküvi koyar, defter, silgi, kalem ekler sevindiririz çocuklarımızı. Zira onlar bu vatanın yani hepimizin çocukları. Geleceğimiz, ümidimiz onlar. O daracık dünyalarında hiçbir şey görmeden, öğrenmeden, dünyayı tanımadan büyümelerine izin veremeyiz, vermemeliyiz.

Ülke olarak gelişmiş toplumlara yetişmenin, onlarla mücadele edebilmenin tek yolu okumak, öğrenmek. Ancak bu yolla ilerleyebiliriz. Karanlığı, taassubu, batılı ancak bu şekilde yenebiliriz. O çocuklar gerçekten de tıpkı büyükleri gibi batıl inançların ve dinî taassubun pençesinde kıskıvrak yakalanmış, bir yere kıpırdayamaz, düşünemez hale gelmişler.

Artık savaşlar topla tüfekle yapılmıyor. Akılla, zihinle, stratejiyle yapılıyor. Bunun için zihni çalıştırmak, aklı çalıştırmak gerek. Onun için de okumak.

Bu nedenle yardım elinizi istiyorum o çocuklar adına. Eğer kitap ağına destek vermek isterseniz yazının sonunda paylaştığım mail adresime yazın, size yazarımızın adresini vereyim. Göndereceğiniz her şeyin yerini bulacağından emin olabilirsiniz.

Unutmayın, çocuklar geleceğimizdir; Bu güzel vatanı okumuş, bilgili, kültürlü gençlere emanet etmek de hepimizin görevi.

 Bol kitaplı günler diliyorum.

Devamını Oku

AFFETMEK

AFFETMEK
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Kelime anlamı olarak affetme“kötülük ve haksızlık edeni, suç veya günah işleyeni bağışlama, cezalandırmaktan vazgeçme” anlamlarında kullanılmaktadır.

Gündelik hayatımızda bize yapılan hakaret veya hataları affetmek durumunda kalabiliriz. Aynı şekilde kendimizi de affetmemiz gereken durumlar olur. Bu durumların yol açtığı öfke ve acıdan kurtulmak çoğu zaman kolay olmaz ve affetmemeyi, kin gütmeyi tercih ederiz. Ama bunu aşmalı ve ilerleyebilmek için affetmeyi öğrenmeliyiz. Affetmemek ve kin tutmak stresi arttırır, ilişkileri bozar. Çoğu zaman iletişim problemleri yüzünden büyütülen küçük sorunlar ortaya çıkar. Bazen de çok daha ciddi sorunlar olabilir. Her iki durumda da karşı taraf pişman olsa da olmasa da affetmek, kişinin kendisi için yapabileceği en iyi şeydir. Çünkü affetmek insanı özgürleştirir. Affetmek çok güçlü bir araçtır. Üzerinizden bir yük alır ve öfkenin ya da intikam arzusunun merhametine kalmaktan sizi kurtarır. Böylece zihniniz özgürleşir ve daha doğru kararlar verebilirsiniz.

 Affetmeyi bilmek bir erdemdir.  Laurence Sterne ‘in dediği gibi “Yalnızca cesur olanlar affetmeyi bilir.”

Affetmenin ilk adımı anlamaktır. Önemli olan haksız davranışı öylece kabul etmemek ancak öfkeyi ardımızda bırakmaktır. Affetmek hak vermek değil, anlamaktır.

Bir düşünün birin affettiğiniz zaman ne kadar hafifliyor, rahatlıyorsunuz. Hâlbuki o ana kadar ne denli öfkeli, gergin ve mutsuzdunuz. Bu hafifliğe değmez mi bir insanı affetmek. Kimse mükemmel değildir. Başkalarını olduğu gibi kendimizi de affetmeyi bilmemiz gerekir. Unutmayalım ki hata insanlar içindir ve hatasız insan yoktur.

 Başkalarını affedebildiğimiz gibi kendimizi de affedebilmemiz gerektiğini de unutmayalım.. Kendimizi affedememek hayal kırıklığına ve kaygıya yol açar. Eğer yanlış olduğunu düşündüğümüz bir şey yaparsak onun üzerine düşünüp kuruntu yapmak yerine bir çözüm getirmeye çalışmalı, bizi çıkmaza sokacak düşüncelerden kurtulmalıyız. İki seçeneğimiz var: Yanlışımızı düzeltebiliyorsak düzeltiriz; düzeltmenin gerçekten bir yolu yoksa o zaman hatamızdan ders çıkarıp gelecekte de aynı hatayı yapmayız.

 Affetmek, herkesin hata yapabileceğini anlamaktır. Mükemmel olmadığımızı ve aslında kimsenin mükemmel olmadığını kabul etmemiz gerekiyor.

 Genelde kendi hatalarımıza kılıf bulmak başkalarının hataları için geçerli bir sebep yaratmaktan daha kolay gelir.  Çoğu zaman karşımızdaki insandan yapamayacağı şeyler bekleriz. Ancak başkalarının beklentilerimizi tam olarak karşılayamayabileceğini anlamak zorundayız. Tıpkı kendimize karşı öfkemizi dindirmeyi her zaman bildiğimiz gibi, bize karşı hata yapan insanların yaptıkları davranışı da anlamalı ve affetmeliyiz.

Bize karşı yapılan yanlışları tekrar tekrar düşünüp sinirlenmek yerine o kişinin neden böyle bir davranışta bulunduğunu anlamaya çalışmalıyız. İletişim kanallarını açık tutmak ve çözüm üretmeye çalışmak çok daha yararımıza olacaktır.

Affetmek her davranışı haklı çıkarmak değil, anlayış göstermektir. İnsanların hatalarını koşulsuz kabullenmekten bahsetmiyorum. Kendi haklarımızı ve ihtiyaçlarımızı tabii ki gözeteceğiz. Başımıza gelen şeye tepki vermeyi bilmeli ancak bizi öfkelendiren asıl sebeplerin neler olduğunu da düşünmeliyiz. Birini affetmeden önce onunla davranışı hakkında konuşmak, beklentilerimizi ve neyi tercih ettiğimizi anlatmak gerekir. Duyguları dinlemek nasıl davranacağımız konusunda bize ipucu verir. Böylece başkalarıyla aramıza sınır koyabilir ve kendi haklarımızı koruyabiliriz. 

Sen önemli şey dilimizle değil gönlümüzle affetmek gerektiğidir.. Yürekten gelmeyen bir affetme amacına ulaşmayacaktır.

Hoşgörülü günler dileği ile

Devamını Oku

AİT OLMAK

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Barınma ihtiyacı sadece fiziksel barınma değildir. Duygusal olarak barınmaya da ihtiyaç duyarız. Yani sadece bir çatı dört duvar içinde olmak değil, sevdiklerimizin gönüllerinde de barınmak, kabul görmek, onaylanmak isteriz. Duygusal barınma ihtiyacı yalnızca insanlarda değil, hayvanlarda da vardır.

Ait olmak; bir gruba, bir millete, bir ülkeye, bir aileye ait olmak, duygusal barınmayı beraberinde getirir. O kadar önemlidir ki ait olmak, hiçbir aidiyet duygusu olmayan insan dalından düşmüş kuru bir yaprak gibi rüzgâr nereye götürürse oraya savrulur ve en sonunda ufalanıp yok olur.

Aidiyetin, bağlanma ve sevgi ihtiyaçlarının insan yaşamında çok büyük önem taşımaktadır.

Kabul görmeyi, sevilmeyi, onaylanmayı, dâhil olmayı beraberinde getirir ait olmak. İlkel çağlardan bu yana gelen birlik olma, gruplaşma ve lidere olan bağlılık gibi toplumsal durumların altında da ait olma ve onaylanma ihtiyacımızın karşılanması yatmaktadır.

Bireysel açıdan aidiyet ihtiyacının temelinde kimliğin oluşması vardır. Birey ne kadar bir gruba ait olursa, kendini o grup üzerinden tanımlaması ve özdeşleştirmesi kolay olacaktır. Bu aile olur, vatan olur, grup olur. Kişi aidiyet duyduğu grubu içselleştirdikçe, kendini o grup üzerinden tanımlamaya başlar.

Ait olma, bağlanma ve sevgi ihtiyaçlarının belirgin olarak ortaya çıktığı dönem ergenlik dönemidir. Bu dönemde bireyler kendi kimliğini bulma ve kimlik karmaşasından kaçma eğilimindedirler. Bu dönemde kabul görme, onaylanma ve ilgi ihtiyacı çok büyük önem taşımakta ve bireyin benliğinin oluşumuna katkı sağlamaktadır. Her birey önce ülkesine, sonra milletine, sonra varsa ailesine ait olarak doğar. Büyüdükçe bir okula, okul içinde bir sınıfa ve bir arkadaş grubuna ait olur. Giderek bu alanlar çoğalır. Ne kadar çok gruba aitseniz o kadar gelişir kendinize güveniniz

Ailesinden yeterli ilgi görmeyen, yalnız bırakılan çocuklar bu duyguyu dışarıda tatmin etme yoluna gider ve yanlış grupların içine girebilirler. Aynı şekilde okulda veya dışarıda kabul görmeyen, arkadaş edinemeyen çocuklar da ait olma ihtiyacını yasadışı gruplarda, çete ve örgütler içinde tatmin yoluna gidebilirler.

Öyle büyük bir eksikliktir ki ait olmamak, bir gruptan kabul görüp ona ait olmak için her yolu denetir insana. Alkole de başlatır, uyuşturucuya da, suç da işletir, silah da kullandırır.

Ailesine, topluma, okulda ve arkadaş çevresinde bir gruba ait olan ve olduğunu hisseden, daha doğrusu hissettirilen bireyler ise özgüveni tam olan, umut dolu, mutlu bireylerdir. Dara düştüğünde arkasında duracak, yanlışı doğruyu gösterecek, hata yaptığında affedecek, doğru yaptığında sırtını sıvazlayacak, ağladığında omuz verecek birileri vardır onların hayatında. Her zaman güvenecekleri ve güvenen birileri vardır. Böylece onlar yanlış yönlere kaymazlar, kayacak gibi olsalar da çekilip çıkarılırlar.

Bu konuda en büyük görev ailelere ve öğretmenlere düşüyor. Küçük yaşlardan itibaren çocuklarımıza onu bir birey olarak ailenin, okulunun bir parçası olarak kabul gördüğünü hissettirmek, onu onayladığımızı göstermek, her alanda desteklemek, cesaret vermek, kendini tanımlamasını ve aidiyet duygusunu geliştirecektir. Aksine onlara dışlandıklarını hissettirecek her türlü eylemden kaçınılması hayati önem taşımaktadır.

Devamını Oku

CEHALET

CEHALET
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bir insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biridir cehalet. Ülkelerin başına gelebilecek en kötü şeylerden biri de cahil bir toplumun ülkesi olmaktır.

Akademik eğitimden bahsetmiyorum. Herkesin buna ulaşma imkânı olmayabilir. Ama bir kişinin ülkesi, yaşadığı çevresi, hakları, sorumlulukları, kısaca dünya ve gündem hakkında bilgi edinmemesi kendisine yapacağı en büyük kötülüktür. Okuma yazması olmayabilir, ama öğrenmeye çalışmaması da, biliyorsa bunu kullanmaması da ayıptır.

Eğer bir konuda bilgi sahibi değilseniz o konuda söyleyecek bir şeyiniz olmaz. Size söylenenleri soramaz, sorgulayamaz, olduğu gibi kabul edersiniz.

Avrupa Ortaçağ boyunca cehaletin derin karanlığı içinde yaşadı. Engizisyon mahkemeleri, cadı avı rezaleti hep halkın içinde bırakıldığı cahilliğin sonucuydu.  Halk bilerek cahil bırakıldı. Okuma yazma öğretilmedi, İncil, Latinceden başka dile çevirilmedi. Latinceyi de sadece asiller ve ruhban sınıfı öğrenebiliyordu. Tiranlar ve ruhban sınıfı bu sayede halkı baskı altında tutabildiler, her söylediklerine zavallı halkı inandırabildiler. Bu cehalet yüzünden halk ölmek üzere olan bir çocuğu otlarla iyileştiren, yolunda gitmeyen bir doğumu başarıyla gerçekleştiren kadınları cadılıkla, kilise ise dogmalarına karşı çıkanları büyücülükle suçlayıp diri diri yakabildi.

Ne zaman ki matbaa icat edilip kitaplar çoğaldı, ne zaman ki sıradan insanlar okumayı öğrendi, İncil diğer dillere çevirtilip dağıtıldı, o zaman Ortaçağ karanlığı bilginin ışığıyla delindi ve aydınlanma çağı başladı.  

İster demokraside, ister monarşide kızları babaları, köylüyü ağası, ülkeleri yöneticileri cahil bırakarak rahatlıkla baskı altına alabilirler. Yönetmenin en kolay yoludur bu.

Bu baskının altında ezilmemek için yapılacak tek şey okumaktır. Her konuda bilgiye ulaşmak özellikle içinde bulunduğumuz internet çağında çok kolay. Dikkat edilmesi gereken en önemli konu ise seçilen konu hakkında farklı fikirleri öğrenmektir. Tek yönlü bilgi sabit fikri getirir ki bu da bir tür cehalettir.

Bu konuda sosyal medyanın yaygınlaşması ile artık sadece bekleme odalarında dekor olarak bulunan dergi ve gazeteler aslında çok önemli kaynaklardı.

Okumak herkes için mümkün. Kitap satın alamayanlar için de kiralama, kitap kulüpleri yoluyla değişim, hatta hayırsever okurların bağışları gibi pek çok okuma imkânı var. Yeter ki istensin, okumak çok kolay.

Ülke olarak gelişmek için üç yol var: Okumak, okumak ve okumak.   

Devamını Oku

CANA SAYGI

CANA SAYGI
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Mahallenin çocukları bana fazla yaklaşmıyorlar. Hatta bazen annelerinin balkondan seslendiğini duyuyorum : “Caan! Yaklaşma ona!” Oysa benim tek istediğim onlarla biraz oynamak. Neyse ki zararları da yok. Alay etmiyor, sataşmıyor, zarar vermeye çalışmıyorlar. Kimse benimle ilgilenmeyince ben de başka bir apartmanın arka bahçesinde kendi kendime oynuyorum. Ama bu gün çok sıcak. Dayanamayıp apartmanın açık kapısından içeri girdim. Niyetim biraz gölgede durmak, biraz serinlemekti. O kızın evinin kapısından çıkıp bana doğru gelmesi yoktu hesapta. Beni görünce olduğu yerde kalakalıyor. Bir şey söylemeden gözlerimin içine bakıyor. Korkuyor gibi ama ne bana doğru ne de geriye kıpırdamıyor. Şimdi de merdivenlerden bir kadın indi, bize doğru geliyor. Kız kadına bir şeyler söylüyor. Kadın başını sallıyor. Kıza eliyle gel işareti yapıyor. Kız mütereddit, kadının peşi sıra ilerliyor. Hiçbir şey söylemeden yanımdan geçip gidiyorlar. Ben de tekrar çıkıp kendi kendime oynamaya devam ediyorum. En sevdiğim şey kumla oynamak.

Aradan ne kadar geçti bilmiyorum, mahallenin bütün çocukları etrafımı sarıverdiler. Hala biraz uzak duruyorlar. Kimsenin de sesi çıkmıyor ama olsun demek benimle oynamaya karar verdiler. Çok seviniyorum. Kuyruğumu sallamaya başlıyorum. Kimse hareket etmeyince yere uzanıp kafamı yere yapıştırıyorum ve hafif sesler çıkararak onları oyuna davet ediyorum. Kuyruğum toprağı dövüyor. Sonra birinci katın pencere parmaklıklarının arkasında o kızı görüyorum. Belki o gelip benimle oynar. Yüzünde endişeli bir ifade var. Tekrar ayağa kalkıp popomu sallayarak kıza doğru tatlı tatlı havlıyorum. Ama kıpırdamıyor. Diğer çocuklar hala sessiz ve uzak duruyorlar. Belki pis olduğumu düşünüyorlar. Belki pireli ya da hasta olduğumu. Ya da onları ısıracağımdan korkuyorlar. Bilmiyorlar mı ki biz, bize zarar vermeyenlere hiçbir şey yapmayız? Hatta bütün gece uyanık kalıp mahalleyi koruduğumu bilmiyorlar mı? Onlar sıcacık rahat yataklarında uyurlarken kaç tane hırsızı kaçırdım haberleri bile olmadan. Ben neler olduğunu anlamaya çalışırken iki adam beliriyor karşımda.  Ellerinde siyah bir şey var. Nedense bana iyi bir şeyler yapmayacaklarına dair bir hisse kapılıyorum. Tekrar yere yapışıp kuyruğumu altıma saklıyor ve acı acı inliyorum. Buna benzer adamların ellerindeki siyah şeyle bir iğne fırlattıkları arkadaşlarımın öldüğünü görmüştüm. Bunlar da o adamlardan olmasın? Neden bana kötülük yapmak istiyorlar? Birden böğrüme bir şey saplanıyor. Evet, beni de öldürüyorlar. Oysa benim tek istediğim biraz yemek ve su, biraz ilgi ve merhamet görmekti. Karanlık ve boşluk. Artık bu dünyadan gidiyorum. Kalbim kırık.

                                                                              *******

Penceredeki kız şimdi size bu satırları yazıyor. O gün sadece korkmuştu. O kadından yardım istemişti evet, ama onu alıp zabıtaya götüreceğini, onun korkusunu kullanarak zavallı köpeği şikâyet edeceğini bilmiyordu. Bunlar olurken bile zabıtanın köpeği aşılayacağını ya da alıp bir barınağa götüreceklerini sanıyordu. Barınakların o canlar için nasıl berbat yerler olduğunu ise hiç bilmiyordu.

O zavallı köpeği öldürdüklerinde gözlerine inanamadı. Saatler geçtikten sonra bile sadece bayılttıklarına, birazdan gelip barınağa götürmek üzere alacaklarına inanıyordu. Ancak iki gün sonra gelip aldılar zavallı cansız bedenini. O zaman anladı asıl korkulması gerekenin insanlar olduğunu. Tıpkı yıllar sonra, dedesinin” ölüden değil diriden kork” sözünün ne demek olduğunu anladığı gibi.

Daha birkaç yıl önce, belediye sokak hayvanları kliniğinin kurulmasında ve çalışmalarında çok önemli rolü olan yabancı uyruklu veteriner arkadaşım Denizli’de yapılan toplu köpek kıyımından sonra “ben bu ülkeye boşuna çalışıyorum” diyerek kocasını, çocuğunu alıp memleketine dönmüştü. Evet, artık itlaf edilmiyor sokak hayvanları ama toplumda zihniyet değişti mi? “Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek” nedir biliyorlar mı? Hayır. Hala hayvanlara tecavüz, işkence devam ediyor. Hala haramdır diye dışlanıyorlar. Elazığ depreminde onlarca insanın kurtarılmasını sağlayan bu canlara bakıp utanıyorlar mı yaptıklarından? Hiç sanmıyorum. Cana saygı sadece hayvanlarda var. Onlar gıda ihtiyaçları dışında hiçbir canlıya zarar vermiyor, keyif için öldürmüyorlar. Tokken öldürmüyorlar. Gerçekten korkulması gereken tek hayvan, insan.

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.